Arafta iki yazar ve yüzleşmenin kısa tarihi
Selahattin Demirtaş ile Yiğit Bener’in birlikte yazdıkları ‘Arafta Düet’, Dipnot Yayınları tarafından yayınlandı. Sıradan bir roman değil bu; iki açıdan sıradan değil. Birincisi, ‘Arafta Düet’, çift yazarlı bir roman ancak yazarlarından biri, dört duvar arasında geçirdiği sekiz yıl boyunca iyi bir yazar olduğunu da kanıtlamış önemli bir siyasetçi; Selahattin Demirtaş. Diğeri ise yine okurların yakından tanıdığı, kıvrak bir kaleme sahip Yiğit Bener. Bu yazma edimine başlamadan önce birbirleriyle tanışmayan, doğal olarak yazarken de bir araya gelemeyen iki yazarın, kağıtların bir içeri bir dışarı taşınmasıyla yarattıkları bir yapıt ‘Arafta Düet’. Bu açıdan sadece ülkemizde değil, dünya edebiyatında da bir ilk olduğu belirtiliyor kitabın arka kapak yazısında. Aydınlarını hapse atma, dışarda kalanlar içinse “dışarı”yı bir açık hava hapishanesi olarak dizayn etme konusunda dünyadaki hemen hiçbir ülkenin kolay kolay eline su dökemeyeceği kadar tecrübe sahibi bir ülkeyiz. Neticede bu “ilk” de bize yakışırdı elbette!
İkincisi, yazılış serüveni kadar romanın içeriğinin de sarsıcı olması. Sarsıcılığı şundan; ülkeyi hapishaneye çevirme yeteneğimizin yanı sıra, tarihsel anlamda “yüzleşme” kavramıyla da arası pek hoş olmayan bir toplumuz. Sadece iktidarı/iktidarları yaftalamak da pek doğru değil bu konuda; genel anlamda neredeyse topyekûn bir “inkar toplumu”yuz. Bilinçli olarak ya da bilinçsiz bir refleksle her sorunu inkar etmeye, bir anlamda kendi ellerimizle yarattığımız devasa toz yığınlarını halının altına süpürerek gizlemeye meyilliyiz. Bu durum ister istemez bireylerin kendileriyle yüzleşmelerini de neredeyse imkansız kılıyor.
BİR YÜZLEŞME ROMANI
‘Arafta Düet’ için kurgu, dil, olay akışı açısından söylenebilecek, enine boyuna değerlendirilmesi gereken çok şey var. Hani derler ya, bir solukta okunan, insanın ilk sayfasını okumaya kalktığında bitirmeden elinden bırakamayacağı türden bir roman. Her açıdan zengin ve kalibreli. Ancak, öncelikle üstünde durulması gereken, ‘Arafta Düet’in aynı zamanda bir yüzleşme romanı olması. Yüzleşme kültüründen bunca uzak bir topluma bir yüzleşme örneği sunması, hatta yer yer okura da kendisiyle yüzleşebileceği küçük gedikler açması.
Romanın ana karakterlerinden ikisinin, 12 Eylül işkencecisi Emekli Tümgeneral Ayvaz Dere ile o dönemde kısa süreliğine de olsa yolu Ayvaz Dere ile kesişmiş olan Avukat Sinan Çağlayan’ın baş başa kaldıklarında birbirlerini sorgulayan, yargılayan diyalogları bu açıdan epey önemli. Bu diyaloglar zaman zaman kendilerini, kendi inanç ve ideolojilerini sorgulamaya, kendileriyle de hesaplaşmaya yönlendiriyor onları. Zaten yollarının kesişmesine neden olan olaylar zinciri, her ne kadar romanın sonunda okur ustalıklı biçimde ters köşeye yatırılıyorsa da, yüzleşmeye zemin hazırlayacak mahiyette.
Bir dönemin işkencecisi Ayvaz Paşa’nın yaşlanmanın, olgunlaşmanın ya da ülkenin dinci bir iktidar tarafından yönetilmesine duyduğu öfkenin etkisiyle bir miktar yumuşamış olduğu algısına kapılıyoruz. Hatta kendini hayattan yalıtıp dağ başında, tek başına bir kulübede huzur bulmaya çalışması da bu yumuşamanın etkisi olsa gerek diye düşünüyoruz düşünmesine ama… Aslında yaşlılığını huzur içinde geçirme arzusu dediği şeyin bir çeşit paravan olduğu sonradan ortaya çıkıyor. Bu noktada, karşıtına dönüşme söz konusu. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e gönülden bağlı bir askerin, görev bilinciyle yurtsever gençlere uyguladığı işkencelerin aslında o çok bağlı olduğu Cumhuriyet’i tehdit edecek bir ideolojinin önünü açtığını kabullenmiyor elbette. Bu kabullenmeme hali, yüzleşme eksikliğinin temel argümanlarından olan rasyonalizasyonun (aklileştirme) sonucu. Kabul edilmesi güç olan olayları kabul edilebilir hale getirmek için gerçekten kaçınarak açıklama yöntemi bu. Oysa eski tüfek bir sosyalist olan Avukat Sinan bunun farkında. Ama iş işten geçmiş artık. Kaybeden tarafta yer alıyor Sinan. Ayvaz Paşa ise kazanan tarafta. Ama asıl kaybedenin kendisi olduğunu, doğrudan dile getirmeye imtina etse de seziyor. Böylece, bir anlamda karşıtına dönüşüyor. Erki temsil eden yapının içindeyken devletin imkânlarını kullanarak şiddet uygularken, erkin karşındaki konumda olduğunda, mecburen bir zamanlar mücadele ettiği gençlerin yöntemlerini kullanmak durumunda kalıyor. Her şey açığa çıktığında o çok bilinen tarihsel yapıyla karşılaşıyoruz: Katilin kurbana dönüşmesi!
Olayların kilit noktasındaki iki genç içinse söylenecek çok şey var ancak işin dozu kaçarsa roman hakkında fazlasıyla ipucu verilmesi kaçınılmaz olur. Bu iki genç, hem Sinan ile Ayvaz’ı buluşturan düğümü oluşturuyor hem de hikâyenin akıcılığını sağlıyor. Akıcılık derken, hikâyenin aynı doğrusal çizgide aktığı anlamına gelmesin bu. Sürekli sürprizlerle dolu bir kurgusu var ‘Arafta Düet’in ve her şeyin nedenini anladığımızı sandığımız anda aslında gerçeğin bambaşka olduğunu fark ediyoruz.
Gençlerden Berfin’in, uzun tartışmaların yaşandığı gece, konu dönüp dolaşıp Kürtlere geldiğinde, susup susup da konunun sonunda çektiği söylev için ayrı bir parantez açmak gerek. “Siz Türkler kendi aranızda tartışıp bizim hakkımızda son kararı verirsiniz artık” diyor konuşmasının başlarında. Ve Kürtlere söz hakkı vermeyip, onlar hakkında konuşarak Kürtleri haklı bulan anlayışa da gerekli cevabı veriyor bu konuşmayla. Diğer genç ise Berfin’in sevgilisi Can Yücel. Annesi adının Can olmasını istemiş, babası Sinan ise nüfusa adını yazdırırken ikinci isim olarak Yücel’i de ekletivermiş. Can Yücel’e de bir selam ve çok hoş bir gönderme. Can Yücel de hem babasının hem Can Yücel’in yüzünü kara çıkartmayan bir genç.
SON DÖNEMLERİN EN ÖNEMLİ EDEBİYAT OLAYI
İlk başlarda okur, gençlerin illegal bir eylemin sorumluları oldukları konusunda neredeyse ikna olmuşken, ister istemez paşadaki koruma kollama tavrının, kişiliğiyle yüz seksen derece ters olan bu davranışın bir çeşit arınma, günah çıkarma ihtiyacından kaynaklandığı kanısına kapılıyor. Açıkçası, görünen hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceği gerçeğini bize unutturan ustalıklı bir üslupla karşı karşıya kalıyoruz.
Peki bu üslup kimin üslubu? Konunun, üstüne biraz magazin sosu dökülmüş can alıcı sorusu bu. Eminim ki romanı okumaya başlayan herkesin kafasının bir yerinde bu hafiyece merak yatıyordur: Hangi bölümü Selahattin Demirtaş hangi bölümü Yiğit Bener yazmış? Her iki yazarın da önceki kitaplarını okumuş olanlar kendilerini bu bulmacanın çözümü için hazır hissederek başlamışlardır romana. Bulmacayı çözmüşler midir, bilemem. Ama ben çözemedim. Daha doğrusu, ilk başlarda benim de zihnimi meşgul eden bu merak, kitabın daha on-on beş sayfasını okuduktan sonra önemini yitirdi. Olay örgüsü sizi öylesine içine çekiyor ve öylesine başarılı bir üslup bütünlüğüyle karşılaşıyorsunuz ki romanın iki ayrı kalemin ortak ürünü olması metnin diğer özelliklerinin yanında geri planda kalıyor. Heyecan ve merak dozu hiç azalmıyor, akıcı dil ve mizahi üslup metnin tamamına eşit oranda dağılıyor hatta bazı bölümlerde tartışılan politik argümanlar bile okuru sıkmadan, ustalıklı biçimde metnin içine yerleştiriliyor. Bu, yazarlardan birinin topu ayağında fazla tutmadığını, kendi üslup özelliklerini özellikle öne çıkarmadığını ve tam anlamıyla bir takım çalışması yapıldığını gösteriyor. Hem de biri dışarda biri içerdeyken. Birbirlerini hiç görmeden. Oturup konuşamadan, hikayenin akışı hakkında fikir alışverişinde bulunamadan, birbirlerinin yazdıkları bölümleri eleştiremeden ya da önerilerde bulunamadan…
‘Arafta Düet’ için son dönemlerin en önemli edebiyat olayı desek, sanırım abartmış olmayız.